Yunan okuyucular için:
Türkler neden
Yunanlardan nefret
ediyor?
Sevgili Yunan okuyucu,
öğretmenlerimiz okulda bize atalarımızın tutumu ile ilgili
olarak ne öğretiyorlar? “Biz Yunanlar hiçbir zaman bir başka
ülkeye karşı savaş başlatmadık! Her zaman önce bize saldırı
oldu! Binlerce yıllık tarihimiz boyunca biz her zaman savunma
savaşları yaptık!”. Hafızanızın antik çağlara gitmesi ve
İskender’in kendisine bir saldırı olmadan Pars İmparatorluğu’na
saldırdığını öne sürmeniz halinde ise, öğretmenleriniz hemen
saygısız çenenizi kapamanızı söylerler: “İskender Doğu’nun
barbarlarına medeniyet getirdi! Onları sadece fethetmedi, onlara
medeniyet ışığını götürdü! Ama diğer tüm örneklere bakın, bize
saldırdıklarını ve topraklarımızı savunduğumuzu görürsünüz:
Parslılar Eski Yunan’a saldırdılar, Osmanlılar Bizans’a
saldırdılar, İtalyanlar ve Almanlar 2. Dünya Savaşında bize
saldırdılar. Şimdi 1000 kere ‘Bir daha asla öğretmenime karşı
gelmeyeceğim’ yazın, seni boş beyinli çocuk, yarın anne veya
babanı okula çağır!”
Tamam,
yukarıda belki biraz abartmış olabilirim, ama ben çocukken açık
bir şekilde İskender’in sadece medeniyet götürmek amaçlı
fetihler yaptığının öğretildiğini hatırlıyorum. Ama hiçbir şey
gerçeğin ötesine geçemez. Atalarımız— antik çağlardaki
atalarımız değil, çok yakın tarihteki atalarımız— aslında
kendilerine karşı herhangi bir provokasyon ve tehdit olmaksızın
komşu bir ülkeye saldırdılar. Onlara saldırdık, köylerini
yaktık, erkeklerini öldürdük ve kadınlarına tecavüz ettik. Bu
komşularımız Türklerdi. İşte bugün bizden nefret etmelerinin
temel sebebi budur.
Tarihin bu kısmını okulda
öğrenmediniz, veya öğrenmiş olsanız bile sadece tek yanlı bir
şekilde öğrendiniz. Yaşananları, aslında saldıran taraf biz
olmamıza rağmen mağdur olan taraf bizmişiz gibi öğrettiler.
Buna, biz Yunanlar için ulusal bir felaket anlamına gelen “Küçük
Asya Felaketi” adını verdiler — zavallı bizler! Ne kadar
talihsiz bir halkmışız... Türkler ise bizim için bir felakete,
bir faciaya yol açtılar! Onlardan nefret etmekte ne kadar
haklıyız değil mi?
Belki de aslında hiçbir şey,
hatta yukarıdaki gerçekleri bile öğrenmediniz. “Küçük Asya
Felaketinin” tarihsel olayları, tarih kitaplarında stratejik
olarak öyle bir yere yerleştiriliyor ki, bunları öğrenme zamanı
geldiğinde ilkbahar gelmiş oluyor, araya birçok tatil giriyor,
ne öğrenileceği kimsenin pek umurunda olmuyor— öğretmenler de
dahil olmak üzere— ve herkes mutlu bir şekilde yaz tatiline
çıkıyor. Buna İngilizcede “son anda imdadına yetişmek deniyor”.
Öğretmeniniz ders kitabının bu bölümünü yetiştirse bile, (belki
de müfredatı akıllı bir şekilde programlayamadığı ve o noktaya
çok erken geldiği için), 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekte
neler yaşandığını öğrenmiyorsunuz. Ders kitabı felaketin
sonrasına odaklanıyor ve olayların tamamının nasıl başladığını
değil, Yunanların mağdur olduğu bir tablo ortaya koyuyor.
Birazdan okuyacaklarınız
sebebiyle, tüm Yunanlı kalbinizle benden nefret edeceğinizi
biliyorum, ama dürüst olmak gerekirse umurumda değil. Gerçeği
görmezden gelmekten ve hikayenin mağdurlarını haksız yere
suçlamaktansa, gerçeği öğrenmeniz ve benden nefret etmeniz daha
iyidir.
Ve hikaye şöyle devam ediyor.
Eskiden, “Küçük Asya
Felaketine” kadar, atalarımızın aklında hep mevcut olan bir
“fikir” vardı. Bu fikir kolektif Yunan bilincine daima hitap
ediyordu ve bunun büyük bir fikir olduğunu düşünüyorlardı.
Aslında bu fikre şöyle diyorlardı: “Büyük Fikir” — “Megali
İdea”. Bu fikir, “bir zamanlar bize ait olan Doğudaki
toprakların” geri alınması idi –özellikle daima kısaca “Şehir”
olarak adlandırdığımız şehri: Bizans İmparatorluğu’nun eski
başkentini. Bugün çok az sayıda Yunan “Büyük Fikrin” ne olduğunu
biliyor, çünkü — özellikle “Küçük Asya Felaketinden” sonra—
görkemini ve hatta anlamını kaybetti, dolayısıyla artık
okullarımızda bunu öğrenmeyi bıraktık. Sadece Türkler “Büyük
Fikrin” ne olduğunu hala bildiğimizi düşünüyor. Biz Yunanların,
en büyük şehirleri İstanbul’u hala istediğimizi
düşünüyorlar.Ancak yanılıyorlar. (Evet, sevgili Türk dostum;
diğer taraf için ne yazdığımız merak ettiğinden dolayı, artık
neredeyse hiçbir Yunanın Megali İdeanın ne olduğunu bilmediğini,
sadece birkaç ölümüne milliyetçinin /
faşistin ve dini çılgının “zamanı geldiğinde tekrar bizim
olacak!” diye düşünerek şehrinizi istediğini bilmeni istiyorum.
Ancak bunlar gibi aşırı uçtaki azınlıklar her yerde mevcut ve
bugün Yunanistan’da bunlar hiçbir siyasi rol oynamıyorlar.)
Bununla birlikte, daha önce de
belirttiğim gibi, o zamanlar atalarımız Büyük Fikri
düşünüyorlardı. Ve bir zamanlar, 1. Dünya Savaşı sona erdiğinde,
ulusal hayallerini gerçekleştirebilmeleri için ellerine büyük
bir fırsat geçtiğini düşünmüşlerdi — ama sonuçta bunun sadece
“milli felaketleri” olduğunu fark ettiler.
O zamanlar “Türkiye” yoktu.
1919 yılında, dağılmakta olan bir Osmanlı İmparatorluğu vardı ve
1. Dünya Savaşının kaybeden devletlerinin yanında yer aldığı
için toprakları savaşın kazanan devletleri arasında
paylaşılıyordu. Kazanan devletler arasında İngiltere, Fransa ve
İtalya yer alıyordu ve bu ülkeler savaşta yanlarında yer almanın
bir ödülü olarak Yunanistan’ı Küçük Asya topraklarını (bugünkü
Türkiye’nin batı kıyıları) işgal etmesi için davet etmişlerdi.
Büyük Fikir daima kafalarında canlı olan atalarımız ise, bu
teklifi kabul ettiler ve antik çağlardan bu yana o topraklarda
yaşayan büyük Yunan popülasyonlarını korumaları gerektiği
bahanesi ile askerlerini oraya gönderdiler.
Mayıs 1919’da Smyrna (İzmir) şehrine ilk girdiklerinde, ilk anda
karşılarında büyük bir direniş görmediler. Tarih kitapları,
sadece Yunanlara değil aynı zamanda onları destekleyen büyük
devletlerin birliklerine karşı koyamayacak durumda olan Türk
ordusunun içlere çekildiğini yazmaktadır. Talihsiz olaylar ise
bundan kısa bir süre sonra başladı.
1919 ile 1921 yılları arasında, işgalci
atalarımızın ordusu, özellikle İzmir çevresindeki bölge olmak
üzere batı Anadolu’nun nispeten büyük bir kısmını ele geçirme
yönünde bazı başarılar elde etti. Bazı savaşları kazandılar
–örneğin Meander (Menderes) nehri yakınlarında, Peramos’ta
(Karşıyaka) ve Philadelphia’da (Alaşehir). (Amerikalı okuyucular
için: sizin ünlü şehrinizin adını aldığı orijinal Philadelphia
burasıdır; bu isimleri Yunanca vermemin sebebi, bunların
orijinal olarak Yunan şehirleri olması —
antik çağlardan beri — ve daha
sonra Türklerin bunlara Türkçe isimler vermesidir.)
Ne yazık ki, Yunanlı atalarımız melek gibi
davranmadılar. Yaşanan en kötü türden vahşetleri açıklayan
bağımsız, üçüncü taraf kaynakların raporları mevcuttur. Örneğin:
-
Amerikalı Korgeneral James
Harbord, işgalin ilk aylarını Senato’ya açıklarken şunları
anlatmıştır: “Yunan birlikleri ve onlara silahlı olarak
katılan yerel Rumlar, Müslüman nüfusa yönelik olarak,
görevlilerin, Osmanlı subaylarının, askerlerinin ve barışçıl
halkın ayrım gözetilmeksizin öldürüldüğü genel bir katliam
başlattılar.”
-
Bir İngiliz subay ise
şunları bildirmişti (tarihçi Taner Akçam’a göre): “Yunan
işgali sırasında [Türkler tarafından gösterilen] organize
bir direnç bile yoktu. Ancak Yunanlar zulümlerine devam
ediyorlar, köyleri yakmaya devam ediyorlar, Türkleri
öldürüyorlar, kadınlara ve genç kızlara tecavüz edip
öldürüyorlar, çocukları boğuyorlar.”
-
İtilaf Devletleri
Komisyonunun bir üyesi olan İngiliz subay Harold Armstrong,
Yunanların İzmir’den çekilirken sivilleri katlettiklerini,
onlara tecavüz ettiklerini, yolları üzerindeki köyleri
yaktıklarını ve yağmaladıklarını bildiriyordu.
-
İngiliz tarihçi Arnold J.
Toynbee, Yunanlar tarafından Yalova, Gemlik ve İzmit
bölgelerinde gerçekleştirdikleri vahşete kendisinin ve
eşinin şahit olduğunu bildirmiştir. “Yakılmış ve yağmalanmış
evler, cesetler ve canını kurtaran dehşet içindeki insanlar”
şeklinde çok sayıda maddi kanıta şahit olmakla kalmamış,
Yunan sivillerin gerçekleştirdikleri hırsızlıkları ve
üniformalı Yunan askerlerin kundaklamaları canlı olarak
görmüşler.
-
Marjorie Housepian 4.000
İzmirli Müslümanın Yunan güçleri tarafından öldürüldüğünü
yazmıştır.
-
İzmir’de bulunan İsveçli
bir doğubilimci Johannes Kolmodin, mektuplarında Yunan
ordusunun 250 Türk köyünü yaktığını yazmıştır.
-
İtilaf Devletleri
Komisyonunun 23 Mayıs 1921 tarihli raporunda şunları
yazmıştır: “Son iki ay içerisinde köylerin gruplar halinde
tahrip edilmesinde belirgin ve düzenli bir yöntemin takip
edildiği görülmektedir; bu yıkımlar Rum mahallelerinin
sınırlarına kadar ulaşmıştır. Komisyon üyeleri, Yunan
ordusunun işgal ettiği Yalova ve Gemlik kazalarının olduğu
bölgede, Türk köylerinin yıkılması ve Müslüman nüfusun
katledilmesi için sistematik bir planın izlendiğini
düşünmektedir. Bu planın, Yunanların talimatları ile hareket
eden Rum ve Ermeni gruplar tarafından uygulandığı ve bazen
düzenli birliklerin müfrezelerinden yardım aldıkları
görülmektedir.”
Ancak, özellikle Kemal
Atatürk’üm ordunun liderliğini üstlenmesinin ardından Türklerin
muharebeleri kazanmaya başlamasıyla birlikte, Yunanlar işgal
etmiş oldukları topraklardan kademeli olarak çekilmeye
başladılar. 1922 yılında, Büyük Güçler planlarını değiştirdiler
ve Yunanları Anadolu’da tek başına bıraktılar; artık Yunanlar
iyi bir ikmal olanağından yoksundular ve yeterli mühimmatları
bile yoktu. Hiçbir zaman kendilerinin olduğunu düşünmedikleri
topraklarda savaşıyorlardı; Türkler ise kendi toprakları için
savaşıyordu. Bu durum ve Türklerin yeni kurulan Sovyetler
Birliği’nden mühimmat almaya başlaması (Lenin naif bir şekilde
Atatürk’ün de kendisi gibi devrimci bir lider olduğunu
düşünüyordu) büyük bir fark yarattı. Ancak sorun şuydu ki,
Yunanlar geldiklere yere geri dönerken hoş ve nazik bir şekilde
çekilmiyordu; arkalarında yanmış bir toprak bırakma politikasını
benimsemişlerdi. İzmir’e doğru geri çekilirken, köyleri
yaktılar, erkekleri öldürdüler, kadınlara ve çocuklara tecavüz
edip öldürdüler:
-
Bir Orta Doğu tarihçisi
olan Sydney Nettleton Fisher şunları yazmıştı: “Yunan ordusu
geri çekilirken bir yanmış toprak politikası izledi ve
yolları üzerindeki savunmasız Türk köylülere karşı bilinen
her türlü zulmü uyguladı.”
-
Norman M. Naimark şunları
belirtmişti: “Yunanların geri çekilmesi süreci, yerel halk
için işgal sürecinden daha yıkıcı olmuştur.”
-
ABD’nin o zamanki İstanbul
Konsolos Yardımcısı olan ve Yunanların boşaltmasının hemen
ardından harap edilmiş bölgelerin çoğunu gezen James Loder
Park gördüklerini şu şekilde açıklıyordu: “Manisa...
neredeyse tamamen ataşe verilmiş... 10.300 ev, 15 cami, 2
hamam, 2.278 dükkan, 19 otel, 26 köşk...[yıkılmış]. Cassaba
(Turgutlu), 3.000’i gayrimüslim olmak üzere 40.000 kişinin
yaşadığı bir şehirdi. 37.000 Türk’ten sadece 6.000’inin
hayatta olduğu tespit edilebilmiştir; 1.000 Türkün vurularak
veya yakılarak öldürüldüğü biliniyor. Şehri oluşturan 2.000
binadan sadece 200’ü ayakta kalmış. Bazı Rum ve Ermeni
sivillerin yardımı ile Yunan askerlerinin sistematik olarak
harap edildiği yönünde çok açık kanıtlar mevcut. Bu yıkımı
daha sağlam, hızlı ve eksiksiz kılmak için, gazyağı ve
benzin serbest bir şekilde kullanılmış. Philadelphia’da
(Alaşehir), binaların duvarlarının gazyağı ile ıslatılması
için tulumbalar kullanılmış. Şehrin yıkıntılarını
incelediğimizde, yanık ve siyah renkte kafatasları ve
kemikler ile karşılaştık, üzerlerinde saç ve et kalıntıları
görünüyordu. Israrımız üzerine, görünüşlerinden yeni
yapıldıkları anlaşılan bazı mezarları bizim için açtılar: bu
cesetlerin en fazla dört hafta öncesine ait olduğu konusunda
tamamen tatmin olduk [Yunanların Alaşehir’den çekildikleri
zaman]”
Park sözlerini şöyle
sonlandırıyor:
-
“Ziyaret ettiğimiz iç
şehirlerdeki yıkımlar Yunanlar tarafından
gerçekleştirilmiştir.
-
“Belirtilen son dört
şehrin her birinde yıkılan bina yüzdeleri şöyle: Manisa
yüzde 90, Cassaba (Turgutlu) yüzde 90, Philadelphia
(Alaşehir) yüzde 70, Salihli yüzde 65.
-
“Şehirlerin yakılması
sistemsiz, aralıklı veya rastgele gerçekleştirilmiş bir
eylem değildir, iyi planlanmış ve ayrıntılı olarak organize
edilmiş bir eylemdir.
-
“Çoğu kasıtlı ve sebepsiz
olan çok sayıda fiziksel şiddet örneği mevcuttur. Tam
rakamlar olmamakla birlikte –ki bunları elde etmek mümkün
olmamıştır- geri çekilen Yunanlar tarafından söz konusu dört
şehirde gerçekleştirilen vahşetleri binlerle ifade etmek
rahatlıkla mümkündür. Bu vahşet olayları üç yaygın vahşet
türünün hepsinden oluşuyordu: öldürme, işkence ve tecavüz.”
Bunlar, atalarımızın Türklere
karşı uyguladığı vahşet ile ilgili raporlardan sadece birkaçı.
İyi bir başlangıç noktası olarak,
bunların hepsini Wikipedia sayfasında bulabilirsiniz. Cesur
genç Yunan siber savaşçıları olarak sizler kahramansı siber
savaşlarda çok iyi olduğunuz için, internete girip
parmaklarınızın ucundaki daha fazla bilgiyi araştırabilirsiniz
Önce öğrenin, yargılamayı daha sonraya bırakın.
Elbette o savaşta Türklerin
galip duruma geçmesi ile birlikte Yunanlara (askerlere değil,
sivillere) karşı gerçekleştirdiği vahşetleri de biliyorum.
Elbette “Pontus Katliamı” olarak adlandırdığımız olayları da
biliyorum (yukarıda verdiğim linke bakarak başlayabilirsiniz.)
Bu çirkin savaş sonrasında Türkler tarafından öldürülen
Yunanların sayısı belki de Yunanlar tarafından öldürülen
Türklerin sayısından daha fazladır. Ancak buradaki amacım bir
yargıç gibi hangi tarafın daha fazla vahşet gerçekleştirdiğini
belirlemek değildir (bana bu hakkı kim verdi?). Benim amacım siz
sevgili Yunan vatandaşlarıma Türklerin bizden neden nefret
ettiğini açıklamak.
Bir vahşet gerçekleştirmek,
düşmanın da size karşı vahşet gerçekleştirdiğini öne sürmekle
affedilemez. İki kötü hareket birbirini ortadan kaldırarak
ortaya masumiyet çıkarmaz. Bu 1915 Ermeni soykırımı işe
suçlandıklarında Türklerin de düştüğü bir hata. Türkler bu
suçlamalar karşısında “Ama Ermeniler de bizi öldürdü!” diyorlar
ve hangi tarafın daha fazla insan öldürdüğünü ortaya çıkarmaya
girişiyorlar. Aynı hataya düşme.
Yunan ordumuz, bir işgalci
ordu gibi hareket ederek (özgürlük getiren bir ordu gibi değil)
Türklere yaşamayı hak etmeyen düşmanlar olarak davrandı.
“Bizden” olmadıkları için başka insanlara bu şekilde davranmak
maymunlara uygun bir düşünce tarzıdır. İnsan olmak, her insanın
(hatta bana göre her hayvanın) yaşama hakkı olduğunu kabul
ederek davranmayı gerektirir. Eğer bu düşünceye katılmıyorsanız,
sadece antik çağlardaki atalarınızın (övünmeyi çok sevdiğiniz
Socrates, Plato veya Aristotle gibi) size bıraktığı ağır
mirasını hak etmemekle kalmıyorsunuz, aynı zamanda ahlaki
seviyenizi maymunların düzeyine indiriyorsunuz.
Türklerin neden bizden nefret
ettiğini anlamak için, kendimizi onların yerine koymamız
gerekiyor. Belki aşağıdaki benzetme yardımcı olabilir:
Nehir kıyısında bir evde
yaşadığınızı ve nehrin öbür kıyısında bir komşunuzun evi
olduğunu hayal edin. Geçmişte güce sahip olduğunuzda
düşüncesizce hareket ederek, gidip komşunuzun evini işgal
etmişsiniz. Ama şimdi gücünüz azalıyor. Eviniz parça parça
dağılıyor ve düşen her parça uzakta yaşayan ve o anda güçlü
olan başkaları tarafından alınıyor. Birden evinizi alevler
içinde görüyorsunuz. Eşyalarınızdan kurtarabildiklerinizi
kurtarmaya çalışırken, öbür kıyıda yaşayan komşunuzun nehri
geçip, zayıflığınızdan yararlanarak evinizden bazı parçaları
alıp götürmeye çalıştığını görüyorsunuz. Çaresizlik içinde,
kalan tüm gücünüzü toplayıp işgalci komşunuza karşı
saldırıya geçiyorsunuz ve onu evinizden dışarı atıyorsunuz,
geldiği yere, nehrin karşı kıyısına geri gönderiyorsunuz.
İşte Türkler böyle
hissediyorlar. Buradaki parça parça dökülen ve yanan ev dağılma
sürecindeki Osmanlı İmparatorluğu; nehir Ege Denizi ve işgalci
komşu da biziz, Yunan ordusuyuz. Eğer kendinizi başkalarının
yerine koyamıyorsanız, bu yazıyı boşuna okuyorsunuz, çünkü neden
başkalarının sizden nefret ettiğini asla anlayamayacaksınız.
“Ama o topraklar bir zamanlar
bizimdi, Türkler oraya gelmeden çok önceleri biz orada
yaşıyorduk, dolayısıyla 1919 yılında biz sadece bir zamanlar
bize ait olanı geri almaya çalıştık!” argümanı ise ciddi bir
şekilde söylenemez. Bir zamanlar “Magna Grecia” olarak
adlandırılan Güney İtalya’da Yunanların yaşadığı, hem de antik
çağlardan bu yana orada yaşadıkları gerekçesi ile İtalya’yı da
mı işgal etmeliyiz? Ayrıca, Küçük Asya’nın batı kıyıları boyunca
Yunanların yaşamış olması buraları “bizim toprağımız” yapmaz.
Çok sayıda Yunanın yaşadığı her yeri işgal edecek olursak,
öncelikle ABD ve Avustralya’yı işgal etmekle işe başlamalıyız.
Önce bunu deneyin.
Öte yandan, bu argümanların
hiçbiri bir katliamı haklı çıkaramaz. İşgal kendi başına bir
suçtur; ama beraberinde vahşet de olduğunda iğrenç ve çok
ahlaksız bir hareket haline gelir. Yüz yıl önceki
davranışlarımız için Türklerden özür dilemeli ve —
eğer hala nefret ediyorlarsa —
neden bizden nefret ettiklerini düşünmeliyiz. Kişisel olarak,
Türklerden resmi olarak özür dilemeye cesaret edebilecek bir
politikacıyı desteklerdim. Ve bu tek taraflı bir özür olmalıdır
— Türklerin sağ sütunda açıkladığım
eylemleri sebebiyle özür dileyerek karşılık vermelerini
beklemeden. Ancak ne yazık ki böyle Yunan politikacılar mevcut
değil. Oy vererek gerçek politikacıları seçmiyorsunuz; tavukları
seçiyorsunuz. Parlamentodaki tavuklar, resmi bir özün siyasi
kariyerlerine getireceği siyasi bedelle karşılaşabilecek kadar
cesur değiller. Onlar güzel koltuklarını düşünürler, ahlakı ve
adaleti değil. Siz de onları tekrar seçmeye devam edersiniz.
Türklerin biz Yunanlardan nefret etmelerinin
ikinci bir sebebi daha var. Bu nefret, şu anda Türk
hapishanelerinde ömür boyu hapis cezası çeken PKK lideri
Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve Yunan devletinin PKK
teröristlerine verdiği destek ile ilgili. Yunanlar bu konuyu
neredeyse unuttular; ama Türkler hala PKK ile mücadele etmek
zorunda oldukları ve günlük olarak bu sorunu yaşadıkları için
unutamazlar. Ama bu büyük bir sorun ve daha kapsamlı olarak
başka bir makalede ele alacağım. |
Türk okuyucular için:
Yunanlar neden
Türklerden nefret
ediyor?
Bu sütunu okuyan sevgili Türk,
Yunanların hepsi sizden neden nefret etikleri konusunda fikir
birliği içerisinde değil. Bazıları Yunanistan’ın 400 yıl önce
Osmanlı İmparatorluğu tarafından işgal edilmesini sebep olarak
söyleyecektir. Bazıları Bizans’ın Osmanlılar tarafından
yıkılmasını söyleyecektir. Bazıları, kendi ordularının
gerçekleştirdiği katliamlardan habersiz bir şekilde (bakınız
soldaki sütun), Yunanların “Küçük Asya Felaketi” olarak
adlandırdıkları olaylar sonrasında gerçekleşen “Pontus
soykırımı” (Pontus Rumlarının öldürülmesi) gibi olaylar
sebebiyle sizi suçlayacaktır. Bazıları, antik çağlardan bu yana
Küçük Asya’da (günümüz Türkiye’si) yaşayan Rumların yok edilmesi
ile suçlayacaktır (İstanbul’daki Rumlar dahil olmak üzere- 6-7
Eylül 1955’teki kıyım sonrasında başlayan bir yok etme süreci
ile). Bazıları 1974 yılında Kıbrıs’ın işgal edilmesi ile
suçlayacaktır. Bazıları ise, daha yakın geçmişte yaşanan
olaylarla suçlayacaktır: Türk askeri jetlerinin Yunan adaları
üzerinde uçması, Türk yetkililerin göz yumması ile Orta Doğu’dan
Yunanistan’a doğru gerçekleşen çok sayıda yasadışı göçmen
trafiği gibi. Ancak ben –ki vatandaşlarımın çoğu ile aynı
fikirde değilim— çok daha derin bir sebep ortaya koyacağım ve
bunun yukarıdaki tüm sebeplerin bir şekilde kökünü oluşturduğunu
düşünüyorum. Bazı eğitimli Yunanlar bu sebebi duyduklarında veya
okuduklarında benimle aynı fikirde olacaktır. Ancak çoğu Yunan
yukarıda sıraladığım basit açıklamaları tercih etmektedir.
Birazdan okuyacaklarınız biraz zihinsel çaba gerektirmektedir.
Sevgili Türk, neden Yunanistan’ın diğer Avrupa uluslarının
gerisinde olduğunu ve kurulduğu 1827 yılından bu yana onları
yakalamaya çalıştığını düşünüyorsun? Eğer cevabın “Neden
umurumda olsun ki?” ise, cevabım şöyle olacaktır: “O zaman bu
makaleyi neden okuyorsun?” Yunanistan’ın teknolojiyi,
demokrasiyi, özgürlükleri, adaleti ve modern bir Batı ülkesini
karakterize eden başka her şeyi yakalama çabasının sebebi,
seninle veya en azından atalarınla yakından ilişkili.
Eğer Yunanistan’ın neden diğer tüm Batı
ülkelerinin gerisinde olduğunun açıklamalarını öğrenecek kadar
sabrın varsa, aynı açıklamaların senin ülken için de geçerli
olduğunu göreceksin. Araba alırken neden teknolojik olarak daha
ileri bir ülkeden ithal etmek zorunda kaldığını, çünkü ülkende
arabayı yaratmak için gerekli teknolojinin olmadığını, sadece
parçaları bir araya getirerek imal edebildiğini öğreneceksin;
bilgisayarını, televizyonunu, DVD oynatıcısını, her türlü
teknolojik ürünü ithal etmek zorunda olduğunu, çünkü Türkiye’de
bunları hammaddeden üretemediğini öğreneceksin; neden şu anda
sahip olduğundan daha güvenilir bir yargı sistemine ihtiyaç
duyduğunu, neden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine
başvurduğunuzu, AİHM kararlarının sizin yerel Türk
mahkemelerinin kararlarının üzerinde olmasını neden kabul
ettiğinizi öğreneceksin; ülkenin her bakımdan güçlü bir ülke
olmasını ve en azından kendi bölgesinde istediğini yapabilmesini
arzu etmene rağmen, aslında uluslararası arenada adım atmadan
önce neden başka daha güçlü ülkelerin (örneğin ABD) rızasına
ihtiyaç duyduğunu öğreneceksin. Sanırım daha fazla devam etmeme
gerek yok, anladığını sanıyorum.
Şöyle düşünüyor olabilirsin: “Biz güneydeyiz, güçlü ve
teknolojik açıdan ileri Batı ülkelerin hepsi ise kuzeyde yer
alıyor. Dolayısıyla, ülkelerin kaderlerini belirleyen faktörler
arasında coğrafi konumla ilgili bazı faktörler yer alıyor
olmalı. Zaten Yunanistan da Avrupa’nın güneyinde bulunuyor. Yani
sebep budur.” Ben de buna cevap olarak İtalya ve İspanya’nın da
Avrupa’nın güneyinde yer aldığını söyleyebilirim ve keşke
Yunanistan da en azından onlarla aynı durumda olsaydı
diyebilirim. Örneğin, hem İtalya hem de İspanya otomobil
üretiyor (özellikle İtalya dünyanın en iyi arabalarından
bazılarını üretiyor). Peki Yunanistan ve Türkiye ne üretiyor?
Sigara, tekstil, zeytin, kuru kayısı, kuru incir...
Hayır, başka bir sebep olmalı.
İtalya ve İspanya’dan bahsetmişken, biraz
düşünelim: birkaç yüzyıl önce, bu Avrupa ülkelerinin teknolojik
açıdan dünyanın diğer ülkelerinden daha ileri olmadıkları
zamanlar vardı, değil mi? Hatta, Müslüman Arapların ortaçağ
Avrupalılarından daha ileri oldukları zamanlar vardı. Ancak daha
sonra Müslümanlar bir duraklama içerisine girdiler ve hatta bazı
bakımlardan daha da geriye gittiler; bu arada İtalya gibi
yerlerde yeni bir şey gerçekleşmeye başladı. Bu başlayan şey
neydi? Biz buna ne diyoruz? Bu önemli bir şey olmalıydı, çünkü
onun orada gerçekleştiği andan itibaren, dünyanın geri kalan
kısmı bu akıma kapılan daha ileri batı Avrupa ülkelerine ve ABD,
Kanada, Avustralya ve hatta Japonya gibi bunun yayıldığı diğer
ülkelere sadece arkadan bakakaldı.
İlk olarak İtalya’da ortaya çıkan ve daha sonra
hızla Orta Avrupa ve İngiltere’ye yayılan o şey o zamanlar
Rönesans olarak biliniyordu ve birkaç yüzyıl önce bunu
Aydınlanma olarak bilinen daha da önemli bir “şey” takip etti.
Ancak, etiketler çok şey anlatmayabileceğinden dolayı, bu iki
şeyim birlikte dünya için ne gibi etkiler yarattığını birkaç
basit kelime ile açıklamaya çalışacağım.
Rönesans ve Aydınlanmanın en önemli etkisi,
insanların akıllarındaki din zincirinden kurtulması ve fiziksel
olguların açıklamalarını kutsal kitaplarının dışında başka
yerlerde aramaya başlaması olmuştur. Fiziksel olguların
açıklamalarının, yazıtları inceleyerek değil, doğada incelemeler
yaparak bulunabileceğini anlamışlardır. Böylelikle bilimi
geliştirmişlerdir. Bilim ile birlikte, teknolojiyi
geliştirmişlerdir. Bilim teorik temelleri sunar, teknoloji ise
bunun uygulamasıdır, yani bilim adını verdiğimiz ağacın
meyvesidir. Batı biliminin kökleri eski Yunan düşüncesinde
yatmasına rağmen, ilk gerçek bilim insanları — kelimenin bugünkü
anlamı ile, yani, inanışlarını doğrulamak veya reddetmek için
deneyler gerçekleştiren insanlar— bundan sonra, orta çağ
Avrupa’sının sonunda ortaya çıkmıştır. Gerçek anlamdaki ilk
bilim adamlarından birisi İtalyan Galileo Galilei (1564–1642)
olmuştur ve hemen ardından tarihteki en büyük bilim adamlarından
birisi olan İngiliz Sör Isaac Newton (1642–1727) onu takip
etmiştir. Bilimin akıl
özgürlüğüne ne kadar bağımlı olduğunu size yeterince vurgulamam
mümkün değil. Eğer din size “Açıklama budur, size zaten kutsal
kitapta verilmiştir, daha fazla araştırma! (Yoksa...)” diyorsa,
o zaman bilimi geliştiremezsiniz; çünkü bilimi geliştirebilmek
için her şeyi sorgulamanız ve doğru olduğuna inandığınız şeyi
verilere bakarak test etmeniz gerekir. Eğer kendi kendinize
sorgulamazsanız, test etmezseniz, incelemezseniz, cevapların bin
yıllık kutsal kitabınızda zaten mevcut olduğunu düşünürseniz, o
zaman bilime sahip olamazsınız, dolayısıyla bilimin meyvesi olan
teknolojiye de sahip olamazsınız. Nargileniz olabilir, ama
internetiniz olamaz; hamamınız olabilir ama güneş enerjili su
ısıtıcınız olamaz; tekstil ve kuru kayısınız olabilir, ama
Ferrari veya BMW’niz olamaz.
Şimdi en zor kısma, siz Türkler için hazmetmesi
oldukça güç bir “acı gerçeğe” geliyoruz. Ama bu yazıyı
okumanızın sebebi, Yunanların sizden nefret etmesinin en altında
yatan sebebi öğrenmek — yazara göre
— değil mi? Yoksa bu sayfadan hemen çıkabilirsiniz
(tarayıcıda her zaman bir “geri” tuşu var).
Acı gerçek şudur: Hıristiyanlık bilimsel gelişme
için kötü ise, İslam — en azından bugün uygulandığı şekliyle
— daha da kötüdür. İslam bilimin gerçek bir
katilidir. Sebebini de şimdi açıklıyorum.
Orta çağ zamanlarında —
Karanlık Çağ olarak da bilinir —
Hıristiyan kilisesi mutlak bir kontrole ve mutlak bir güce
sahipti. Kilisenin inançlarına karşı olan bir fikri ifade etmek
imkansızdı; çünkü bunu yaptığınız zaman ölümle
cezalandırılabilirdiniz. Bir başka deyişle, insanlar bir şeyi
sorgulamak konusunda kesinlikle özgür değildi. Din adamlarının
inançları, sorgulayıcı bir aklı olan ve gerçeği kendileri
araştırıp bulmak isteyen çok az sayıdaki insana zorla empoze
edilirdi (işkence ve ölüm tehdidi ile). 1600’lerin başlarında,
Galileo’nun zamanında, Kilise’nin karşısında bir fikir belirtmek
hala tehlikeli idi. Filozof Giordano Bruno, güneşin diğer tüm
yıldızlar gibi bir yıldız olduğunu (ki bu doğrudur) ve sonsuz
evrende başka akıllı yaratıkların da bulunduğunu (bunu
bilmiyoruz) iddia ettiği için 1600 yılında yakılarak
öldürülmüştür. Galileo da başka bir gerçeği savunduğu için
neredeyse aynı kaderi paylaşacaktı: güneşin dünyanın etrafında
değil, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü. O zamanların bugün
“Karanlık Çağ” olarak adlandırılmasına hiç aldırmayın.
Bununla birlikte, Rönesans’ın gelişi ile
birlikte, tek bir inanç dizisinin herkese dayatılması tavrı
gevşemeye başladı. Bilimsel keşiflerin, insanların yaşamlarında
faydalanabilecekleri yararlı teknolojiler ile sonuçlanması ile
birlikte Kilise mutlak kontrolünü kaybetmeye başladı. Daha
sonraki yüzyıllarda, bilim fiziksel dünya ile ilgili soruların
üzerinde tam bir hakimiyet kazanırken, Hıristiyanlık dini
“ruhsal” alanın sınırları içerisinde kaldı. Bilim insanlarının,
örneğin insanların ve şempanzelerin milyonlarca yıl önce yaşayan
ortak ataları paylaştığını söylediği günümüzde, çoğu Hıristiyan
biyolojide neyin doğru veya yanlış olduğunu biyologlara
söylemenin kendi işleri olmadığını düşünmektedir. Kutsal
kitapları olan İncil’in ilk iki bölümünde Adem ve Havva’dan
bahsederken mecazi olarak konuyu ele almış olabileceğini kabul
etmektedirler. Hatta, bazı Hıristiyanlar, birer insan
olduklarından dolayı Tanrı’nın mesajlarını yanlış anlamış
olabilecek peygamberler tarafından yazıldığı düşünüldüğünde
İncil’deki bazı hususların yanlış olabileceğine inanmaktadır —
bu noktada İslam ile büyük bir fark söz konusudur. Dolayısıyla,
çoğu Hıristiyan inançlarını kendilerine saklamaktadır, doğa ile
ilgili inançlarından bazılarının yanlış olabileceğinin farkında
olarak bunları başkalarına — özellikle
de bilim insanlarına — empoze etmeye
çalışmamaktadır.
Ancak İslam farklıdır. Ne yazık ki, İslam’da
Kuran’ın insanlar tarafından yazıldığı varsayılmamakta, Allah’ın
kendi sözleri olduğu kabul edilmektedir. Dolayısıyla, Allah
nasıl bir şeyi yanlış söylemiş olabilir? Ve nasıl olur da bir
bilim insanının Allah’ın kelamına karşı bir şey iddia etmesine
izin verilebilir? İşte sorunun kökleri burada yatmaktadır.
İslam bir bilim insanının uran ile çelişecek bir
şeyi sorgulamasına izin veremez, çünkü bu durumda bilim insanı
Allah’ın otoritesine karşı gelmiş olacaktır. Bu şekilde, İslam
özgür bilimsel düşünceyi bastırmaktadır ve bilimi boğmaktadır.
Birçok Müslüman, Kuran ve bilim arasında bir
çelişki olmadığına inanarak kafasını kuma gömmeyi tercih ediyor.
Ne yazık ki birçok çelişki var. Bir örnek verecek olursak, “yedi
kat cennetin ortasında ayın olduğunu” (37:6) ve “yıldızların
yedi kat cennetin en altında olduğunu” (71:16) söylemek nasıl
mümkün olabilir? Bütün çocuklar bile yıldızların astronomik
olarak aydan daha uzakta olduğunu ve ayın dünyaya en yakın doğal
obje olduğunu bilir. (“yedi kat cennet” gibi bir şeyin
olmadığını bir kenara bırakın.) Seyyah Zülkarneyn’in gidip
ziyaret ettiği, güneşin battığı yerde güneş nasıl kara bir
balçıkta batar bulunabilir (18:86) ve güneş dünyanın yine
Zülkarneyn’in ziyaret ettiği doğudaki bir başka noktadan nasıl
doğabilir (18:90)? Kuran’ın yazarı güneşin dünyadan yaklaşık
150.000.000 km uzakta olduğunu ve güneşin çevresi bir futbol
topu gibi ise dünyanın bir toplu iğne başı kadar olduğunu
bilmiyor mu? Yıldızların dünyadan sekiz milyar yıldan fazla bir
süre önce var olduğunu bilmemize rağmen, nasıl dünya güneş, ay
ve diğer yıldızlardan önce yaratılmış olabilir (2:29)? Allah 1/8
+ 2/3 + 1/6 + 1/6’nın 1 değil 1,125’e eşit olduğunu nasıl
bilemez? (4:11–12)
Bunlar Kuran’ın sadece bilimsel bilgi ile değil,
genel bilgi ve hatta çocukların bilgisi ile çeliştiği birkaç
örnek. (Okuyucu
burada çok daha fazlasını bulabilir.) Kuran’ın Allah’ın
doğrudan kelamı olduğu inancı sebebiyle, bilim ile çatışmasında
İslam’ın elleri kolları bağlıdır. İslam’da bilimin yeşerebilmesi
için, İslam’ın Kuran’daki bazı ifadelerin sorgulanabilir
olduğunu kabul etmesi gerekir; çünkü bilimsel düşüncenin
merkezinde her şeyin sorgulanması ve kanıt arayışı yatar. Ancak
bir Müslüman Allah’ın söylediği varsayılan bir şeyi nasıl
sorgulayabilir?
İslam başlangıcından bu yana bu sorunla karşı
karşıyadır. Allah’ın şunu-bunu söylediğine inanıyorsan, inancını
sorgulayamazsın. Dolayısıyla, kuruluşundan bu yana İslam’ın
bilim ile arası iyi değildir. İnsanlar bazen İslam’ın ortaya
çıktığı ilk birkaç yüzyılda neden bilimsel ilerleme işaretleri
gösterdiğini merak etmektedir. İlk olarak, İslam medeniyeti
İslam’ın en hoşgörülü olduğu ve özgür düşüncenin yaşamasına izin
verdiği bir zamanda filizlenmiştir. İkinci olarak, “İslam’ın
Altın Çağı” olarak adlandırılan dönemdeki bilimsel ilerlemenin
büyüklüğü ile ilgili iddiaların çok fazla abartıldığını
düşünüyorum. O zamanki hangi büyük keşif doğrudan İslam’a
atfedilebilir? Aklıma sadece cebrin geliştirilmesi geliyor.
Araplar kağıt kullanımını Çinlilerden almıştır, şu anda “Arap
rakamları” olarak adlandırılan rakamları (0, 1, 2,...)
Hintlilerden almıştır (“sıfır bir rakamdır” nosyonu da dahil
olmak üzere), felsefeyi Yunanlardan almıştır, simya ve tıp
bilimini de yine Yunanlardan almıştır... Cebir hariç olmak üzere
modern çağdaki hangi uygulama, fikir veya nesne İslam’ın Altın
Çağının doğrudan bir ürünüdür?
11. yüzyılda İslam’ın aşırı tutucu dini
uygulamalara dönmesi ve özgür düşünceyi bastırması ile birlikte,
İslam medeniyeti çökmüştür. Bu tartışmada bizi ilgilendiren
nokta, atalarınızın Küçük Asya’ya yaklaşık olarak o zamanlarda,
yani 11.-12. yüzyılda gelmiş olmasıdır. İslam’ın Altın Çağı sona
ermişti ve Selçuklu ve Osmanlı Türkleri düşünsel olarak düşüşte
olan bir İslam ile tanışmışlardı. 1453 yılında İstanbul’u
fethettikten sonra, Osmanlılar imparatorluklarının yönetilmesi
için Bizans’ın bürokrasisini miras olarak aldılar. Böylelikle
eski bir yönetim sistemini (Bizans sistemini) ve özgür olmayan
baskıcı bir inanç sistemini (İslam inanç sistemi) tüm
tebaalarına aktardılar –tabii ki Yunanlar da dahil olmak üzere.
Türkler sebebiyle Yunanların başına gelen “temel
kötülük” budur. Türklerin yönetimi altındayken en küçük
sebeplerle bile Türkler tarafından öldürülmeleri değildir; Yunan
çocukların Anadolu’da yeniçeri olarak yetiştirilmek üzere
annelerinden uzaklaştırılmaları değildir; bu metnin başında
kısaca listelediğim diğer sebepler değildir. Türklerin Yunanlara
yaptığı asıl kötülük, 17. yüzyıldan itibaren Rönesans ve
Aydınlanma sürecinde Avrupa’da insan ruhu şahlanırken,
Yunanların, tek bir bilimsel ilerleme kaydedemeyen, bugün onlara
atfedebileceğimiz tek bir teknoloji ürünü üretemeyen, bizde
kalan ve bugün önemli kabul edilen tek bir felsefi düşünce
üretemeyen Osmanlı İslam kurallarının karanlığında tutulmasıdır.
Osmanlı fatihleri sayesinde Yunanların geride kalmasına yol açan
şey düşünsel karanlık olmuştur.
Bugün Yunan toplumunun başına bela olan yanlış
uygulamaların ve düşüncelerin her birini dikkatli bir şekilde
incelediğimizde, bunların Avrupa değerleri ve normları ile
çeliştiğini, daha çok Orta Doğu değerlerine ve normlarına uygun
olduğunu görürüz. Bunlar Yunanların Osmanlılardan miras
aldıkları değerlerdir. Türklerin Yunanlar üzerinde yarattığı tek
bir olumlu etki bulmak benim için oldukça güçtür. Ne kadar
uğraşsam da hiçbir olumlu etki bulamıyorum.
Örneğin, ortalama bir Yunanın kafasındaki şu
nosyonu ele alalım: işinizin hızlı ve düzgün bir şekilde
yapılmasını sağlamak için, kamu görevlilerine gizlice para
vererek bürokrasinin dişlilerini yağlamanız gerekir. Bu
düşünceyi nereden aldık? Avrupa’dan değil, değil mi? Bunun
Türklerin bahşişi olduğunu herkes bilir — hatta bazen bunu
açıklamak için bu kelimeyi kullanırız.
Veya, “sosyal alanda ilerlemek ve amaçlarınıza
ulaşmak için beceri edinmek veya bir şeyler öğrenmek önemli
değildir, önemli olan doğru bağlantılara sahip olmaktır!”
düşüncesini ele alalım. Buna göre, yeteneklerinizin hiçbir
değeri yok, tanıdıklarınızın değeri var. Hangi modern toplum bu
gibi değerler üzerine inşa edilmiş?
Veya, “yaşamımızda gerçekleşen kötü şeyler için
devletin hızır gibi yetişerek müdahale etmesini ve sorunlarımızı
çözmesini beklemeliyiz. Geleceğimizden biz sorumlu değiliz,
devlet sorumlu.” düşüncesini ele alalım. Hangi modern Batı
toplumu devleti bireyin sürekli kontrolü altında olması gereken
bir kavram olarak değil de bireyin üzerinde bir kavram görür?
Tek başına bu gözlem bile Yunan toplumunun (ve korkarım ki aynı
zamanda Türk toplumunun) bugünkü ciddi hastalıklarını fazlasıyla
anlatmaktadır.
Yunanistan’da bu makaleyi yazdığım tarihlerde
yaşanan ağır finansal krizin kökleri bile ortalama Yunanların
kafasındaki “güvenli bir yaşam sürebilmek için devlette bir işe
girip, verimsiz bir çalışma ama düzenli ve iyi bir maaşla
yaşamının kalan süresi boyunca yatmak” gibi yanlış bir anlayış
yatmaktadır. Hangi modern toplumda böyle bir anlayış mevcuttur?
Gidin bir Amerikalıya bu “yaşam planını” anlatın
— size gülecektir. 2010 yılında başlayan Yunanistan
ekonomik krizinden Türklerin sorumlu olduğunu anlatmaya
çalışmıyorum. Bundan Yunanların kendileri sorumludur. Ama neden
Yunanlar kendileri için büyük sorunlar yaratan böyle bir
davranış tarzına sahip? Bu fikirleri nereden aldılar? Başka
Avrupa ülkeleri neden böyle ciddi sorunlar yaşamıyorlar?
Neticede neden Yunanistan Avrupalılara benzeyen bir ülke değil?
Yukarıdaki soruların her biri için kolay ve
yüzeysel cevapların olduğunu biliyorum. Ama bir dakikadan daha
fazla düşünülmesi ve bazı tarihsel bilgiler ile desteklenmesi
gereken daha derin cevaplar da mevcut.
Yunanların neden Türklerden nefret ettiği
sorusuna benim derin cevabım şudur: Sorunun köklerine
indiğimizde, biz Yunanlar Aydınlanma sürecinde Osmanlı işgali
altında olmasaydık, o zaman gelişen fikirleri kaçırmamış
olacaktık. O zamanlar özgür Yunanlar ya dağlardaydı (Türklerden
kaçmışlardı ama ayılar, kurtlar ve çakallar ile savaşıyorlardı),
veya yurt dışında, Avrupa’daydılar. Aslında Yunanların o zamanki
küçük entelektüel başarıları Avrupa’da yaşayan Yunanlardan
gelmişti. Ancak işgal altında canlarını kurtarma derdinde olan
ve Avrupa’da gerçekleşen entelektüel paradigma değişimini
yakalamak için hiç zamanı ve aklı olmayan Yunan toplumu üzerinde
bunların neredeyse hiçbir etkisi yoktu.
Komşumuzu işte bununla suçlayabilirim. Ama
onlardan nefret etmiyorum. Tarihin yaşanmış olaylardan
ibaret olduğunu, tarihi geri çevirmenin mümkün olmadığını
biliyorum. Ben sadece her iki halkın, Türklerin ve Yunanların,
sorunlarının köklerini daha derinlerde arayarak yan yana barış
içerisinde yaşayabilmesini umuyorum. |